Gökyüzünün nimeti yağmurdan nasibini fazlasıyla alan Milder nehri, denizlere kolunu uzatabilmek için gıdım gıdım yerlerde sürünmüştü. Arazi yüzeyinin altında oluşan su tabakası toprağı suya doyurmuşken o ilerleyişini hızlandırmıştı. Günler geçmiş o sürünmüş, yıllar geçmiş o kırılmış ve bir birine küskün iki parça halinde yoluna devam etmiş. Ta ki dik bir yokuşa rastlayana kadar. İki koldan yokuştan dökülen bu kardeşler düştüğü yeri dövmeye başlamışlar. Nice yıllar sonra bir biriyle yarışan kardeşler döve döve iki dev kazanı oluşturmuşlar. Adeta dövülmekten hoşlanmayan kayalar, ilerlemeye meyilli akarsuya imzasını atmak ister gibi acılarını yüklemiş. Masum feryatlardan oluşan bu acı bir gün denizin yolunu bulmuş ve derinliklerinde kaybolmuş…
Yeni bir heyecanla uyanmıştı Nefele. Heyecanın kaynağı bu gün doğum günü olmasıydı. Dokuz yaşına girmişti. Kasabanın diğer çocukları gibi o da hızlı yaşamayı arzuluyordu.
Günaydın aptal şey…
Kendini bildi bileli uyanır uyanmaz dilegelen bu kafa içindekisese artık alışmıştı. Tabiiher seferinde tepki vermemek elinde değildi.Kimi zaman beklenmedik anlarda kahkaha atan kimi zamanebeveynleri gibi onu azarlayan,tıpkıeve zorla yerleşen misafir gibikafasının içindebirhane oluşturmuştu.İhtiras hanesi…Sesin kendisi ona öyle hitap etmesini emretmişti. Evet, o hep emrivaki konuşur, dilediğini alana kadarçığlıklar atarak başının içini Bragas ayinine dönüştürdü. Köy ahalisininyaz mevsiminde bir araya toplanıp Nimet Tanrısı içindavullar eşliğinde dans etmesiydi Bragas ayini…
Yataktan zıplayarak kalktı ve mutfağın yolunu tuttu. Mutfakta babasını bulmayı umuyordu, ama eski elbisenin deliğine dikiş atan annesini gördü.
“ Günaydın anne,” diyerek asılırcasına sarıldı annesine.
Annesi “ Yavaş yavrum, bir yerlerine iğne batacak,” diye yalancıktan azarladı. Elindeki malzemeleri kenara bırakarak Nefele’nin sırtını sıvazladı. “ İyi ki doğdun!” kızının çenesini avuçlarına alarak burnunun ucuna öpücük kondurdu.
Kusacam şimdi… Kadını benden uzak tut!
Emrine amade olan kız hemengeri çekildi.
“ Ah anne. Çok mutluyum, çooook.” Dedi elini önünde birleştirerek.“Sence büyümüş müyüm? Büyümek ne şahane bir duygu değil mi? Kendimi düne göre daha akıllı hissediyorum. Senin yaşına gelince senin kadar akıllı olacak mıyım? Hem artık pazara gidebileceğim. Hamala teyzenin kızı Valaya da benim yaşımda gitmiş şehir pazarına. Dedesi ona yıkanmamış adamdan şeker almış,” diye heyecanla hızlı hızlı konuştu.
Kızının huyunu bilen kadın o kadar cümlenin içinden lazım olanı bulup sordu, “ Yıkanmamış olduğunu nerden anlamış? Kokuyor muymuş?” Nefele’nin kahvaltı için etrafına bakındığını fark edince bezle örtülü sepeti işaret etti.
“ Hayır hayır kokmuyormuş,” dedi ellerini çırparak. “ Sadece kapkaraymış. Dişleri ve gözleri bembeyazmış. Hatta, Valaya mendil uzatmış yüzünü silsin diye. O zaman görmüş beyaz dişlerini.”
Zenciymiş yani…
Masaya kurulup sepete karıştırmaya başlayan kızının sözlerine güldü kadın. “ Benim saf kızım. Doğu bozkırları tüccarlarının teni siyahtır.” dedi.
Annesinin hazırladığı peynirli ekmeği iştahla çiğnerken şişmiş yanaklarla. “ Anne, babam beni şehre götürecek değil mi? Evet, değil mi? Lütfen götürsün olur mu?”Bu halde bile nazlanmayı başaran kızyalvaran bir ifade takındı.
İkna olana kadar susmayacağını bildiğindenkadın, “ Tamam. Baban gelsin söylerim. Kabul edip etmeyeceği ona kalmış.” diye geçiştirdi.Ağzı dolu olmasına rağmen hala ekmektıkıştıran kızı“ boğulacaksın kızım yavaş ye.” Diye de uyarmayı ihmal etmedi.
“ Sağol anne,” artık sevinçten içi içine sığmıyordu. Zaten Nefele hep böyleydi. Herkese karşı dost canlı davranır, karşı tarafın ona kötülük yapabileceğini aklından bile geçirmezdi. İnsanların birbirine yardım amaçlı doğduğuna, dünyanın iyilik ve güzelliklerden oluştuğuna inanan saf bir yüreği vardı.
Naifliğin yüzünden ikimiz de geberip gideceğiz. Yüce yıldızlar, günahım neydi de beni dengesiz bir aptalın beyninesoktunuz?Bunlar gündelik ve hep tekrarlanan şikayetlerdi Nefele’ninnazarında. O yüzden aldırış etmeden kahvaltısını sessizce yemeye koyuldu.
Yağlanmamış dış kapı menteşeleri inlemesi odaya doluştu.Ağzına götürdüğü ısırlmış ekmeği bile çekmedenNefele heyecanla kalktı. İstemeyerek masayı yerinden oynatınca annesinin sevdiği çiçek vazosu devrildi. Masanın kenarından yuvarlanarak düşmek üzere olan kızın gözleri hanesinden çıkacakmış gibi oldu.
“ Hayır!” diye çığlık attı. Çevre bir tasvirden ibaretmiş gibi dondu. İnleyerek kapanmak üzere olan kapı sesi sustu. Yerinden fırlamak üzere olan anne gülünç pozisyonda kalakaldı. Ve son olarak da vazo görünmez el tarafından yakalanmış gibi havada asılı kaldı. Hayret dolu bakışlarla tüm bunları izleyen Nefele tuttuğu nefesini salınca vazo geri eski yerine kondu. Portre canlandı ve hayat eski halini aldı. Pat diye kapanan kapı sesi eşliğinde herkes sıçrar gibi oldu.Kafasındaki ses ise iğrenç kahkahalar attığından kızınyüz ifadesi iyice buruştu. Annesinebaktı. Solgun ve gözleri kocaman olmuş bir şekilde süzüyordu onu. Yüzünde korku okunuyordu. Bu ifadeye önceden de şahit olmuştu. İki sene önce muhafızlar köyün demircisini götürmüşlerken...
“ Ne zamandır?” kalın bir ses bozdu gergin ortamı. Annesi cevap vermedi. Nefele ise neyden bahsedildiğini bile bilmiyordu. O hala olanların etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. Zatenkafasındaki canavarın kahkahalarındandoğru dürüstkulaklarına hakim olamıyordu.
“ Ne zamandır?” bu sefer kalın ses odanın içinde yoğunlaştı. Korkmuş anneyi ve titreyen çocuğu önemsemeyen baba heybetle ikisinin de üzerine yürüdü. Nefele son anda korku ve dürtülerine uyarak yoldan çekildi. Kızgın babanın derdi kendisi olmadığını yanından geçip giderken anladı. Annesinin üzerine yürümüştü. Yakasından tutarak havaya kaldırdığı gibi yüzüne tükürükler savurarak, “ Konuşsana be kadın!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Korkudan ayakları yerden kesilen Nefele dış kapıyı aşıp özgür kuşlar gibi tarlalar üzerinde uçmak istedi. Aksini düşünmesi aptalcaydı. Çamurlu tarlalar topuklarından çekip koşmasına engel olacaktı.
Anne okkalı bir tokat yedi. Nefele’ye bakan uyarıcı gözleri buradan uzaklaşmasını söylüyordu adeta. Ama buna gerek kalmamıştı. Biçimsiz kemik yığını gibi yatan anneyi ve korkudan titreyen Nefele’yi geride bırakan baba kapıyı çarpıp gitmişti.
Bu olaydan sonra geçen bir ay acılarını sindirmeye, kötü anılarını unutturmaya yetmişti. Ama nedense anne babasından eski ilgiyi alamaz olmuştu. Bunu da anlayacak bir yaşta değildi işin açıkçası.
“ Bugün baban seni şehir pazarına götürecek,” dedi annesi. Zoraki bir gülümseme vardı dudaklarında. Bunu duyan Nefele dünyanın tekrar renklenip güzelleştiğini sandı.Hatta, kasasındaki sesin hakaretleri bile bir iltifat gibi geliyordu nedense.Tekrar o sevinç dolu kıza dönüşüvermişti. Ağaçlar, dallarındaki kuşlar, rüzgârdan şıpır şıpır olan yapraklar, her şey yeniden dünyanın güzel bir yer olduğunu anımsatır gibiydi.
Koşarak annesine sarıldı ve durmadan, “ Sağ ol anne, çok mutluyum!Kırılmadı değil mi? Vazo kırılmadı. Üzüldün mü? Üzülme anne. Kırılmadı.”diye mırıldanıp durdu.
Az sonra bu heyecanını babasıyla paylaşma muradına ermişti. Sarıldı, sevindi, teşekkürlerini sundu… içi içine sığmıyor, sürekli zıplayıp koşup dans edesi vardı.
Yol için tek bayramlık kıyafeti olan mavi elbisesini giydi. Annesi saçlarını buğday örmesi gibi topladı ve işte şehir pazarına gitmeye hazırlardı.
Kızının hazırlıkları sürerken baba at arabasına değiş tokuş yapacağı malları yüklemişti. Arabanın bir köşesine Nefele’yi, diğer köşesine komşu kızı Gala’yı oturtarak şehrin yolunu tuttular. Araba hareket etmeden kapı önünde dikelen annesine son kez el sallamıştı.
Fargallar kabilesi yıllardır Milder nehrinin bereketli topraklarından yararlanıyorlardı. Eskiden ormanın kalbine yerleşen bu kabile avcılıkla uğraşırlardı. Diğer topluluklarda olduğu gibi nüfus artınca aç ağızları doyurmak için avcılık yetersiz kalıyordu. Akabinde ağaçlar devrilip, evler nehir kıyılarına doğru kaymıştı. Derken balıkçılıkla uğraşır oldular. Lakin bu da çetin kışı atlatmak için yetersiz kalıyordu. Dolasıyla nehirden yararlanıp çiftçiliğe önem verdiler. Çiftçi eli görmemiş topraklar işleyip sonunda nimet sofrasına çevirdiler, geliştiler ve büyüdüler. Köyler şehir oldu, şehirler devlet. Nihayetinde Teokratik sistemiyle yönetilen Devlet haline geldiler.
İlkellikten modernize olmaya meyilli kabilenin din tarihi de kendi geçmişiyle benzerlik taşıyordu. Çoklu tanrı sisteminden tekli ve radikal inanca dönüşen bu karşılıksız sevgi ilk darbeyi büyü yapma kabiliyeti olan kitleyi sarsmıştı. Buna; Büyücülerin, tabiat dengesini bozan bir felaket olduğunu savunan tanrı elçileri sebep olmuştu.
Orman, nehir, toprak, ateş gibi doğal afet içeren tanrıları devre dışı bırakarak Nimet tanrısı Temra’ya tapma; tekli inanış hale dönüşmüştü.
Bu arada Temra’yı propaganda eden dini adamlar hiç durmadan halkın bilinçaltına büyü aleyhinde bilgi aşılayıp duruyordu. Tanrının elçilerinin halk meydanında yaptığı retorik konuşmaları; büyücülerin karanlık ve kıtlık getiren bir afet olduğunu içeriyordu.
Primitif amaçları olan halkın, idrak edecek şuura sahip olmadıkları gibi, karşılarındaki güçten korkar hale gelmişlerdi. Çünkü çoğunluğun doğru kıldığı bir güce karşı gelmek, otoriter tarikatın liderlerini eleştirmek kadar absürt bir hal alıyordu.
Fargalların en radikal köyünden bir at arabası şehre doğru yol aldı.Bunun şaşılacak bir yanı olmadığı gibi, kabilenin tarihini değiştirecek bir olayın gerçekleşme olasılığı da çok düşüktü.
Şehri ziyarete gelen halkı yutan kapıdan geçtiler ve pazar meydanının yolunu tuttular. Git gide artan kalabalık uğultusuna yaklaştıkça Nefele atın yerini alıp dörtnala koşmak istedi. Minik kalbi güm güm atıyordu. Sürekli etrafına hayret dolu gözlerle bakmakla kalmıyor, üstesine sevinç çığlıkları atıyordu.
Arabaya yüklü malları, çiftlik işlerinde gereksinim duydukları aletlere değiştiler. Pazarlık sürerken Nefele ve Gala şeker satan siyahi adamı aramaya koyuldular. Gala 15 yaşında olduğundan Nefele’ye göz kulak olacaktı.
El ele tutuşarak pazar kalabalığına karıştılar. Tezgâhları bir bir dolaşarak farklı farklı insanları gördüler. Pazarın ortalarında küçük tezgâhı olan o siyahi adamı gördüğünde Nefele büyülenmiş gibi izledi adamı. Hiç mi hiç yıkanmamış gibi durmuyordu. Hatta güneşten yüzü bir nevi parlıyordu. Canı şeker çektiğinden değil de sırf siyahi adamı görmek için gelmişti buraya. O yüzden direk tezgâha yanaşarak selamını verdi.
“ Hoş geldin Nefele,” dedi tezgâhın sahibi.
Kaç! Hemen uzaklaşo aşağılık heriften. Şimdi!
Nefele’nin şaşkınlıktan gözleri büyüdü ve yüzü soluk hal almıştı.Kafasındaki sesi susturabilirmiş gibi elini başına götürdü. “Sus, sus, lütfen sus!” Kaçıklar gibi mırıldanarak kendi başına vurmaya başladı.
Bunu fark eden tüccar beyaz dişlerini sergileyerekelini kızın başına koydu.Kafasındaki sesin acı çığlıkları aniden düşseler bu sefer Pazar kalabalığıngürültüsü kulaklarına hücum etti.Bu ses rahatsız edeceğinekız sağır olma hissi yaratmıştı.Yıllardır kafasındamırıldanansesinyokluğu bir nevi onu yalnız ve çıplak hissettirdi.
“ Bana n’aptınız?” istemsizce döküldü bu sözler ağzından.
“ Korkmana gerek yok sevgili Nefele.Seni sadece azad ettim.” dedi. Nefele ve Gala’nın yüzündeki endişeyi silmeyi başardığını anladığında sıcakkanlı bir tavır takınarak devam etti. “ Sana özel sualim olacak. Cevabını beğenirsem şu şeker senindir.” Eliyle tezgâhın üzerindeki şekerlerden birini gösterdi.
Şaşkınlıktan alnı kırışan Nefele “ Bana özel mi? Neden ki?” diye sordu.
Siyahi tüccar onun sorusuna aldırmadandevam etti: “ Eğer elinde talih veya dilek kuşu olsaydı ne tür dilek tutardın?”
Nefele adamın gözlerinin bir an kıvılcımlar saçtığını görür gibi oldu. Çekingen bir sesle:
“ Tek dileğim anne ve babamın mutlu olmaları.” çocukların klişe dileklerinden birini dile getirdiğinifark edenadamgülümsedi. “ Kendin için ne isterdin?” diye sorusunu yeniledi.
“ Onların beni sevebileceği uslu bir kız olabilmek,” dedi hiç tereddüt etmeden.
“ Sen zaten uslu bir kızsın!”Şimdiyseacıyarak bakan bir gülüş belirdi yüzünde adamın.
“ Teşekkür ederim” dedi utangaç bir edayla. “Sizin adınız nedir?” diye sordu.
Beyaz dişlerini göstererek başını yana eğdi tüccar. Eğleniyor gibiydi sanki. Onu güldüren şeyin ne olduğunu anlamaya çalışan kız bu sefer kaşlarını çattı.
“ Dost ve düşmanlarım bana Tüccar der,” dedi.
“ Düşmanlarınız mı?”
“ Herkesin düşmanı veya sevmeyeni vardır. Ama bu seni hiç endişelendirmemeli. Senin asıl korkman gereken sevdiklerin.” Nefele’ye doğru eğilerek pes bir sesle, “ Yerinde olsam İkizlerin Şelalesinden de uzak dururum. Çünkü o seni derinliklere saklayıp zincir vurmaya can atıyor,” diye fısıldadı. Kız ürperdi ve Gala’nın arkasına doğru saklandı. Onun omuzları üstünden, “ Buradan gidelim Gala abla” dedi. Hiç hoşlanmamıştı bu adamdan. Sanki ilk baştaki büyülüçekiciliği kaybolmuşgibiydi.Hem ne diye kulağa acayip gelen kelamlar edip duruyordu ki…
“ Umutların senin sonun olacak küçük hanım.” dediğini duydu siyahi adamdan uzaklaşırken.
Pazarı az daha dolaştıktan sonra babasının arabasına geri döndüler. Siyahi adamdan ikisi de bir daha söz etmediler. Adeta hiç onunla karşılaşmamış gibiydiler.
Yüklenen mallara olmuş gözüyle bakan babası şehir dışına doğru yola koyuldu. Şehrin geniş sokaklarında sallana sallana ilerleyen at arabası sonunda kapıları geçip köyün yolunu tuttu. Köye giden yolda bulunan gür ormana doğra yön değiştirdiklerinde Nefele babasının başka biriyle buluşması olduğunu sandı. Fakat az sonra ona göstermek istediği güzellik olduğunu beyan ettiğinde, mutlu vaatlere kanıp heyecanlı bekleyişe geçti. Bir çan sesi süre daha ilerleyen at arabası sonunda giderek gürleşen orman girişinde durdu. Babası Gala’ya mallara göz kulak olmasını tembihleyerek kızını kolundan tuttuğu gibi orman derinliklerine doğru sürükledi. Yetişkinin adımlarına ayak uydurmaya çalışan Nefele koşarcasına yürüyordu. Sonunda soluk soluğa kaldığından babasına durmasını için yalvardı. Fakat o, zor kararlar almış biri olarak hedefe elinden geldiğince hızlı varmak haricinde başka bir şeyi düşünmüyordu.
Her hikâyenin başlangıcı ve sonu olduğu gibi yolun da başlangıç noktasından sonuna varmışlardı. Ormanın kalbinde gizli iki koldan akan şelale sessizliğini bozuyordu. Orman tıpkı bu tonlarca dökülen suyun sesini kısmak için yaratılmış gibiydi. Gürültü adeta, “ Benden uzak dur. Seni ihtişamımla ve güzelliğimle büyülerim!” diyordu. Melankolik kız çocuğu bu ihtişam karşısında uyarıları düşünecek ve siyahi adamın ikazlarını hatırlayacak vaziyette değildi.
“ Hadi gel şuradan tırmanalım,” dedi baba. Nehrin belini büktüğü uçuruma doğru tırmanmaya başladılar. Yaklaşık yüz adam boyunda yüksekliğe tırmanan bu doğal merdiven ara sıra soluklanmaya müddet tanır gibi genişleyen bir platform oluşturuyordu. Dinlenme platformlarından birine ulaştıklarında babası beklerken garip davranıyor, işeyesi varmış gibi ayak dizlerini yandan yana sallayıp duruyordu. Buna benzer iki üç bekleme platformunu geride bırakan baba ve kız sonunda şelalelin kırılış noktasına ulaşmışlardı. Hızlı hızlı nefes alan iki kişi ufuklara uzanan yeşil örtüyü bir müddet sessiz bir şekilde süzdüler. Nefele’nin ince saçlarını yalayıp geçen rüzgâr o yeşil örtüyü kaotik bir şekilde dalgalandırırken, öte yandan şelalenin su fışkırdığı nehre ağaçlar organize olmuş bir şekilde yol açıyordu.
“ Gel yakından izleyelim!” dedi somurtkan baba. Eğer az daha büyümüş ve insanları analize etme yaşına ulaşmış olsaydı babasının dişlerini gıcırdattığı kadar yumruklarını sıktığını gözünden kaçırması olanaksızdı. Nefele uysal bir şekilde babasının peşinden gitti. Tonlarca litre suyu fısfıs gibi fışkıran şelaleyi uçurumdan izlediler. Nefele o kadar büyülenmişti ki sırtına dokunan o kararsız ittirişi yorgun bedeniyle hissetmemişti bile. Sadece öne doğru giderken kanadı yetersiz bir kuş gibi kollarını çırpıyordu. Şefkatli rüzgâr artık yüzünü okşamak yerine sivri bıçak gibi kesiyordu. Gırtlağından çıkmaya gücü yetmeyen çığlıklar geri tepip karnında bir yerlerde kayboluyordu. Aklından geçenlerden anlatılmaya en makul olanı: “Neden?” sorusuydu. Bu dünyada en sevdiği ve güvendiği varlıklardan biri onu neden bu uçurumun kalbine itmişti? Yeni tanıştığı siyahi yabancı bunları nereden biliyordu?
Her hücresini iğneleyen bir acıyla karşılaştığında artık nefes alma becerisinden men olmuştu. Bu güce karşı direnmeyi bırak, boğulma sorunuyla uğraşıyordu. Adaletsizlik kelimesini tam anlamıyla yaşayan kızın aklından geçen bir farklı ve yeni naif düşünce ise, “ Ama o vazo kırılmamıştı” idi…
Okuduğunuz için teşekkürler!
Ziyaretçilerimize Reklamlar göstererek Inkspired’ı ücretsiz tutabiliriz. Lütfen AdBlocker’ı beyaz listeye ekleyerek veya devre dışı bırakarak bizi destekleyin.
Bunu yaptıktan sonra, Inkspired’i normal şekilde kullanmaya devam etmek için lütfen web sitesini yeniden yükleyin..